Bir Amsterdam Seyahati - 1


Geçtiğimiz haftalarda hayatımda ilk kez yurt dışına çıktım ve Tolga ile Amsterdam’a gittim :)  “Ne yapacaksın eşyayı? Dünyayı gez, iki üç medeniyet gör; cehaletin azalsın” mottosu bize yakın gelse de eşyadan da olabildiğince kıstığımız halde elimizde kalanla yurt dışına gitmek, hele bir de dolu dolu bir kültür gezisi planlamak, bizim için hayalden öte bir şey değildi.
Geçtiğimiz sene Tolga’nın çalıştığı firma yine Amsterdam’daki ofislerinde bir hafta sürecek bir çalışma programı hazırlamış, ama tüm masrafların dışındaki günlük 150 euro tutarındaki otel ücreti gözümüze ve cebimize çok göründüğü için birlikte gidememiştik.

Bu yıl da yine benzer bir içerikle düzenlenen çalışmalarına, Tolga’nın geçen yıldan edindiği tecrübelerin üzerine cesaretlenip beraber gitmeye karar verdik. Orada geçirdiğimiz bir hafta boyunca Tolga çalıştı, bense bol bol gezdim.

Buradan ayrılıp oraya vardığımız Salı günü (31 Temmuz) Tolga ve ofis arkadaşları oradaki ofise geçtiler. Ben de otel odamıza eşyalarımızı yerleştirip, bir önceki geceden içine kaçıp bir türlü çıkmak bilmeyen tozdan dolayı şişmiş gözümü biraz dinlendirdim. Ardından bir şeyler yemek üzere şehir merkezine indik.

Bu kısımda şunu belirtmek isterim; biz Amsterdam’da hangi ulaşım araçlarını kullanacağımızı, ne tür bir üyelik alıp da günlerimizi bu ulaşım planı çerçevesinde şekillendireceğimizi orada düşünmek üzere genel bilgileri toplayıp bırakmıştık. Ancak toplulukla hareket edecek olunca, anın da verdiği heyecanla, herkes aldığı için birkaç günlük “Go & Get In” ulaşım kartına 3 gün için 17,5'şar euro verip birer tane edindik. Diğer günlerdeki ulaşımlarımızı çok dikkate almadan edindiğimiz bu kart neredeyse hiç işimize yaramadı. Minik bir tavsiye olsun, sizler de planlarınızla uyuşmayacak bir ulaşım kartına ücret ödemeyesiniz diye öğrendiğim kadarıyla, seyahatiniz süresince hedeflerinize uygun olanı seçebileceğiniz birkaç alternatifi de buraya ekliyorum.
  • Yürümek: Şehir dümdüz ve yollar, manzara bir harika. Yürüyeceğiniz en uzak mesafe ise taş çatlasın 5 kilometre. “Ben şehri doya doya yaşayacağım, zamanım da bol” diyorsanız en iyisi yürümek.
  • Bisiklet kiralamak: “Yürümek çok yorucu olur, her varacağım yere yarım saat yürümek filan hiç bana göre değil; hem şehrin tadını bisikletle de çıkarabilirim ki” diyorsanız bir de kurallara uymayı başarabilecekseniz, gideceğiniz her yere 10 – 15 dakika içerisinde kolayca varabilmenin keyfini bisikletle çıkarın derim.
  • GVB Travel Ticket (Go & Get In): Otellerde kolaylıkla ödeyerek edinebileceğiniz, tramvaylarda ve otobüslerde kullanabileceğiniz bu kartı satın alarak, istediğiniz gün kadar aktif edebiliyorsunuz. Kart, ilk kullanımınızdan sonra aktif oluyor ve aldığınız süre kadar (örneğin 24 saat) aktif kalıyor. Ama otobüs kartının hangi türlüsü olursa olsun, havalar da güzelse hiç tavsiye etmiyorum. Çünkü varacağınız yerler inanılmaz yakın, binmenizle inmeniz bir oluyor. Bu kart için ayıracağınız bütçeyle fazladan günlük iki üç bira daha için derim.
  • Hop on Hop off Bus Tours: Bunlar da farklı güzergahlar üzerinde çalışan otobüsler. Havalar iyi değilse gezeceğiniz müzeleri veya şehrin önemli yerlerini, alacağınız kartla, otobüslere bir binip bir inerek gerçekleştirebilirsiniz. 
  • I Amsterdam City Card: Bu kart da benim favorim. Eğer otobüs kartını almayıp bir gün daha bekleseydik bu kartın üç günlük kullanımlısından almayı planlıyordum. Ücreti 70 euro civarı ancak hem birçok müzeye giriş yapabiliyorsunuz ki her birinin ücretinin 15 – 20 euro arasında değiştiğini düşünürsek üç gün boyunca gezebileceğiniz müze sayısını da günde ortalama üçten hesaplasak, dokuz olsa; hiç fena değil. Hem de anlaşmalı eğlence mekanlarına ücretsiz giriş + içecek imkanı, otobüsler ile ücretsiz seyahat imkanı sağlıyor. Pahalı gibi görünse de, hedefleriniz arasında müzeleri görmek varsa ve görmeyi dilediğiniz müzeler de anlaşma kapsamındaysa, kâr ettirecek bir kart.
  • Uber: Uber ile şoförlü araç kiralamak orada epey yaygın. "Gün içinde kısa mesafeleri yürürüm, arada gideceğim uzun yerlerde de otobüse filan binmek istemem" derseniz bu seçeneği de değerlendirebilirsiniz.
Ulaşım ile ilgili benim gördüklerimden yorumladıklarım bu kadar :) Umarım sizler kendinize en uygun olan ulaşım planını kolaylıkla seçebilirsiniz. 

Cannibal Royal'e yürürken Pelin (=

Cannibal Royal'e yürürken Tolga (=

İlk gün, Tolga’nın ofis arkadaşı Begüm’ün geçen yıl tecrübe ettiği bir yerde yemek yemek üzere merkeze indik. Gideceğimiz yere toplu ulaşımla nasıl varılacağını tam bilmediğimizden, indikten sonra epeyce bir yürüdük :) Sonunda keyifli menülerini tadacağımız Cannibal Royale’e ulaştık. Yemeğin sonrasında yeterince yorgun olduğumuz için otele geri dönüp bir sonraki gün için güç topladık.

Cannibal Royale'de yediğimiz keyifli yemek sonrası
günün olanca yorgunluğuyla kendimizden geçmiş biz :)

Ertesi gün sabah 9’da (Türkiye saatiyle) uyanıp kahvaltımızı yapıp Tolga işe, bense şehrin merkezine olmak üzere ayrıldık. -Amsterdam’da saatler bizim saatimize göre (Artık dilim değiştirmediğimiz için yazları bir, kışları iki saat geri) bir saat geri. Ve biz bu durumu biraz kendimiz için eğlenceli bir hale getirmek için saatlerimizi geri almadık ve güne 10’da başlamanın tadını çıkardık :) -

Çarşamba, Perşembe ve Cuma günleri gündüzleri için Tolga ile ilgili özel bir şey yazmayacağım çünkü o hep çalıştı ve ayrıydık. Bu nedenle yalnız kendi başımdan geçenlere yer vereceğim :) 

Biraz üşengeçliğimden, biraz da Amsterdam’a gitmemize iki üç gün kalana kadar içinde bulunduğumuz yoğun tempoda fırsat bulamadığımdan şehir için detaylı bir gezi planı çıkarmadım ama hedeflerimin bir tanesi Van Gogh müzesini bir şekilde görmekti. Bunun için otelden edindiğim, hem elimizdeki toplu ulaşım kartıyla kullanılabilecek araçların güzergâhını hem de şehrin önemli cazibe merkezlerini üzerine barındıran harita elimde müzelerin bulunduğu bölgeye doğru yola çıktım.

Burada kartım bozulduğu için, otobüsteki şoförün yönlendirmesiyle şehir merkezinde bulunan GVB ofisine gittim. Yaklaşık yarım saat sıra bekledikten sonra kartımın düzeltilemeyeceğini, bozulma sebebinin de inerken kartımı okutmamış olmam olduğunu öğrendim. Yenisini almamı tavsiye ediyorlardı. Ama benim hiç niyetim yoktu. İçimde bir umut "Belki sadece otobüste basmamıştır?" diyordu :) Ben de önüme gelen ilk tramvaya, nereye gittiğine bakmadan kartımı okuttum ve çalışınca görevliye Van Gogh Müzesi'ne gitmek istediğimi söyledim. O da nerede aktarma yapacağımı anlattıysa da indirdiği yerden başka bir tramvaya binmek yerine yürümeyi tercih ettim ve böylelikle vardığım ilk yer Heineken’in müzeleştirilmiş binası Heineken Experience oldu.

Heineken'in çeşit çeşit biraları

Heineken Experience Binası 

Heineken Experience Binası yakınlarında bir kanalın dibi

Heineken Experience Binası yakınlarında bir kanalın içinden bir kuş

Şehre varmadan önce edindiğim azıcık bilgiyle müzelere kadar gidip içerisine girdikten sonra ister ücretini ödeyip müze kısmını da gezip üzerine, market kısmında müzeye özgü eşyaların arasından beğendiğinizi satın alabiliyorsunuz, isterseniz de müze kısmına hiç girmeden sadece hediyelik eşya dükkanları içerisinde dolaşarak yine de bir şekilde müzenin içerisinde bulunmuş oluyorsunuz. Ben her bir müzeye ayrı ayrı ücret ödeyerek giriş yapmayacak olsam da yine de binalarının içerisinde bulunmayı istediğim için güzergahımı buralardan geçirdim.

Heineken Experience’ta kapıdan içeri girdiğinizde, bar olarak kullanılan alt taraftan yükselen bira kokuları, sizi, daha girer girmez bu deneyime ortak ediyor. İçerisinde bulunan, Heineken markasıyla üretilmiş çeşitli hediyeliklerle dolu kocaman alışveriş dükkanı ise sizde, hangisinin gerekli hangisinin gereksiz olduğunu düşünmenize fırsat vermeden hepsinden birer tane edinme isteği uyandırıyor. Burada neyse ki TL’nin, gelişmiş ülke para birimleri karşısındaki güçsüzlüğü, birkaç açacağın tanesine 7şer, 8er euro (40 – 50 lira) verdikten sonra sizi istemsiz durduruyor. Kazandığımız ücretlerin Avrupa ülkelerindeki (Sadece Avrupa olsa :( ) değersizliğini yüze çarpıyor, can yakıyor, iç burkuyor.

Buradan edindiğim birkaç hediyelik ve biraz hafifleyen cüzdanımla yine yaya müzelerin bulunduğu bölgeye doğru yol aldım. İlk gördüğüm, bütün ihtişamıyla ve sonraki günlerde de her gidişimde hiç eksik olmayacak, muhteşem akustiğine olması gereken değeri bu şekilde veren müzikleriyle karşımda duran, beni içine alıveren Rijks Müzesi oldu. Binanın içerisinden geçen bisiklet yollarına, orada çalan insanlara, durup dinleyenlere hayran kala kala, ağzım açık, bir kapısından içeri girdim. Planladığım gibi hediyelik kısmını gezdim. Müzenin tanıtımını içeren broşürleri topladım ve binadan ayrıldım. 

Birkaç adım sonra şu meşhur IAmsterdam yazısının önündeydim :) Bu arada anı biriktirmek için, kendi kendime fotoğraf çekebilmek adına yeni hafif bir tripod edinmiştim. Ancak, müzeleri keşfe başladığım ilk gün, kendi kendilerine fotoğraf çekmeye çalışan insanlara yanaşıp “Fotoğrafınızı ben çekeyim, sonra belki siz de benim için bir tane çekersiniz” diyerek bu isteğimi, bu şekilde karşıladım ve şanslıyım ki hiç olumsuz bir dönüşle karşılaşmadım :)

Meşhur IAmsterdam yazısı ve arkada devasa Rijks Müzesi

Bu yazının önünde bile bir fotoğrafım oldu :) sonrasında yazının hemen önünde yer alan havuzun buz gibi sularına ayaklarımı daldırıp öğle yemeğim için çantamda hazır bulundurduğum cevizleri, bademleri, kuru kayısıları bir güzel mideye indirdim. Amsterdam’a gitmeden önce, 1 euro’nun 6 lira ettiğini düşünerek, aç kalmamak adına yanıma krakerimi, cevizimi, bademimi, stoklamıştım. Fiyatları içinde bulunup da iyice hissedince “İyi ki de öyle yapmışım” dedim. Bunu da tavsiye ederim. Yanınızda açlığınızı bastıracak aperatifleriniz olursa, fazladan bir iki bira daha içebilirsiniz ya da akşam yemeğinde daha iyi bir şeyler sipariş edebilirsiniz :)

Burada biraz dinlenip karnımı da besledikten sonra Van Gogh Müzesi’nin, müzenin dışında bulunan alışveriş mağazasına girdim. Hediyeliklerini inceledim ama almak istediğim bir şey çıkmadı. Müzenin binasına giremediğime hüzünlendim. Az ilerdeki Stedeljik Müzesi’nin binasına girip orada yer alan modern sanat anlayışının hediyeliklerini inceledim. Tolga’nın çıkış vakti yaklaştığı için dönüş için bineceğim tramvay durağına ilerlerken buranın A101’i gibi meşhur ve ucuz olduğu söylenen Albert Heijn’ı görünce oraya yöneldim. İçeride fiyatları inceledim. Alkol kısmında içim gitti. Neredeyse su ile aynı fiyata şarapları görünce de içim iyice burkuldu. Markette ilgimi çeken bir diğer şey ise burada kullandığımız markaların ambalajlarının oralarda çok daha küçük olmasıydı. Euro-TL bazında düşünürsek, daha düşük gramajlarda sattıkları ürünler bile bize sattıklarından daha pahalı. Sanırım bu şekilde, bizim ülkemizde hiç değilse ambalaj maliyetini biraz daha kısmak için ürünlerin gramajlarını artırmayı tercih ediyorlar. Fiyatlara bakınca insani giderlerin, (süt, peynir, sebze, meyve gibi) -euro kazanıyor olsak- bizim ülkemize göre daha hesaplı olduğunu açıkça görebildim. Ama yine de marketten bir şişe su dahi almadan çıkıp Tolga’nın yanına geri döndüm.

Albert Heijn girişi/çıkışında sahiplerini bekleyen köpecikler

Bunlar da marketin girişinde sahiplerini bekleyen iki sevimli köpecik. Son derece uslulardı ve yürüyen merdivenlerde gelen geçen herkesin suratına bakarak, sakince sahiplerinin gelişlerini bekliyorlardı. O ülkenin çocuklarından sonra evcillerini de böyle görünce, şımarıklık ve sabırsızlığın sadece bizim gibi gelişmemiş toplumlara özgü olduğuna iyiden iyiye inandım.

Cafe de Walvis’e varmak üzere biz :)

Tolga’nın yanına geçmeden otele uğrayıp hızlı bir duş alıp hazırlandım. Şirketin Amsterdam Ofisi’ndeki insanların da dâhil olacağı akşam yemeği için Cafe de Walvis’e gittik. Gün boyu yürümekten ve yeni bir şeyler görmekten yorgundum ama akşam yine de çok keyifliydi. Ofisten kimselerle sohbet ettik. Tolga’nın, ismini vermemin uygun olup olmayacağından emin olamadığım bir ofis arkadaşı günümü sorduğunda, “Bütün müzelere girmem bütçe olarak bizi zorlayacağı için, bugün yalnızca hangilerine girmek isterim diye ön bir gezi yaptım. Yarın da gezeceğim. Sonra da seçtiğim bir tanesine girmeyi planlıyorum” deyince hem müzelere ücretsiz girebileceğim kendi müze kartını hem de gideceğim her yere daha kolay ulaşabilmem için bisikletini verebileceğini söylediğinde bu benim için inanılmaz bir sevinç oldu. Ertesi gün muhakkak görmem gerekli dediğimiz yerleri işaretledik. Akşam boyu edilen bolca sohbetin ardından günü keyifle noktaladığımızda, sabahın olmasını ve bir an önce bugün sadece çevrelerinde gezebildiğim binaların içerlerine girmeyi sabırsızlıkla bekler bir haldeydim.

Günün bonusu: Fresh mint tea. Tolga ile benim evde akşamları çay içmek gibi bir huyumuz olmasa da orada, uzaklığın getirdiği bir hasretten midir bilmem ikimiz de çay içmek istedik. Tavsiye üzerine birer “Taze nane çayı” söyledik. Bu kadar taze olacağını aklımıza bile getirmemiştik :) Biçilmiş nanelerden birer tutam ve sıcak su. İşte çay bu. Tadı ve fikir başta garip gelse de eve dönünce yaptığımız ilk şeylerden biri bu çaydan içmek oldu. Denemek isteyenlere tavsiye…

Fresh mint tea

Ve son bir bonus da Heineken Experience binasına girdiğimde çalan Fiction Factory şarkısı. Doyasıya gezilen ilk günde hissedilen mutlulukla dinleyince kulakta en çok çınlayan kısım "Feels like heaven" tınısıyla :) 

Fiction Factory - Feels Like Heaven

Yorumlar

En Çok Okunanlar