Bir Amsterdam Seyahati - 4, Breda ve Dönüş


Yazının başlığında her ne kadar "Amsterdam Seyahati" demiş olsak da Cumartesi ve Pazar günü Hollanda'nın güney batısında kalan Breda'daydık. Cuma gününün gecesinde Gizem ve Ali’nin karşılamasıyla onların Breda’daki, köpekleri Puk ile birlikte yaşadıkları sevimli ve sıcak evlerine vardık. Gece biraz sohbetin ardından yine bir sonraki gün için güç toplamak üzere uykuya daldık.
Gizem ve Ali bizi Breda’ya 50 kilometre uzaklıkta bulunan 's Hertogenbosch’a götürdüler. Burası North Brabant eyaletinin başkentiymiş. Burada yapımı 1380 yılında başlamış, peyderpey 1529 yılına kadar sürmüş olan ve o günden beri sürekli restorasyon gören, Hollanda'nın en büyük katolik katedrali olan Saint John's Cathedral'ı ve şehri gezdik. Yapımı ve restorasyonu çok uzun yıllara dağılmış olduğundan, burada her dönemden heykeller ve resimler görmek mümkün. Bir tarafta Gargoyle'larla bezenmiş kirişler, diğer taraftaysa elinde cep telefonu ile tanrı ile konuşan bir melek heykeli ile çok enteresan bir yapıydı.

Çeşitli desenlerdeki vitraylerden oluşan kolaj

Çeşitli desenlerdeki vitrayler

Kilisenin iç süslemeri

Kilisenin bir kapısı ve kapının etrafını süsleyen heykelcikler

Bunların yanında klasik dönemden kalma vitraylar ile modern görünümlülerin bir arada olması da çok zevkli bir görüntü oluşturmuş. Bir de en yüksek kulenin ortasında bizim illüminati gözü diye bildiğimiz bir göz var ki :) ne olduğunu biz de anlamadık. En ihtişamlı bulduğumuz özelliği ise inanılmaz büyük olan organ (Kilise orglarına organ ismi veriliyormuş) idi. Oraya vardığımızda sesini duyacak kadar şanslı olduğumuza da sevindik. Şov bittiğinde ise 2 tane yaşlı amcanın organın arkasındaki dar merdivenden indiğini gördüğümüzde "Demek iki kişiyle çalınıyormuuuş!" diye şaşırdık da :)

Hemen tepembe göreceğiniz org - organ

Filmlerde filan görebildiğimiz türden bir günah çıkarma bölümü :)

Gizem ve Ali :)

Göz göz göz :)

Kocaman kilise, minicik biz

Kilisenin ihtişamının yanında yine minnacık biz

Şehirle alakalı ilginç olan bir şey de tüm dükkanların 5’te kapanıyor oluşuydu. Bir sürü güzel ve eğlenceli ürünler satan mağaza, saat daha henüz 5’i çeyrek geçiyorken bile kapalıydı. Şansımıza kilisenin biraz yakınında açık bir plakçı dükkanı bulduk. Çok sevdiğimiz Jim Croce’un içerisinde “Time in a Bottle” şarkısının da olduğu “Don't Mess Around With Jim” plağını aldık. Yanında bulduğumuz Tolga'nın çok saygı duyduğu büyük klasik gitar virtiözü John Willams'ın çaldığı Rodrigo’nun gitar konçertosu plağını da dükkan sahibi hediye ederek bizi epey bir mutlu etti.

Gezinin hatırası plaklarımız :) 

Şehre ait bir harita

Kanallar burada da her tarafı kuşatmış durumdalar

Şehrin sokakları :)

Erkenden kapanan dükkanların sattıkları sevimli şeylerden birazı

İlham verici düzlükler

Kanallar

Kuşların bir sürüsü
Buradan geçtiğimiz Breda’da Gizem ve Ali’nin yönlendirmesiyle :) Very Italian Pizza isminde bir yerde lezzetli pizzalar yedik ve tekrar eve döndük.

Ertesi gün ise artık yola çıkacağımız için geç saatte uyanıp hep birlikte kahvaltı ettikten sonra önce Puk ile, sonra da bizi istasyona kadar geçiren, birlikte güzel anılar sakladığımız Gizem ve Ali ile vedalaşarak Amsterdam’a doğru yola koyulduk.

Dönüş yolunda bir aktarma vesilesiyle bulunduğumuz şehir, Erasmus'un şehri: Rotterdam

Tolga’nın uçağı Pazar günüydü, bu nedenle direk Schiphol Havaalanı’na gittik. Gizem’in yanımıza hazırladığı sandviçlerimizi yedik ve Tolga’yla ayrıldık. Daha ekonomik olduğu için benim biletimi Tolga’nın dönüşünün ertesi gününe, Atina aktarmalı almıştık. Planımız o geceyi havaalanında geçirdikten sonra, sabah 12’deki uçağıma binip eve geri dönmemdi. Ama Tolga’nın ofis arkadaşı Emin ve eşi Gülbin’in nazik davetiyle gece onların misafiri oldum. Oğulları Mert’e biraz korkunç görünüp onu azıcık kaçırdıysam da çok küçük olduğu için aklında hep korkunç kalmayacağım fikri ile teselli oluyorum :)

Sabah olduğunda Gülbin’in gelecek misafirlerinin telaşında, bir de benim için hazırladığı kahvaltıdan sonra havaalanına ulaştım. Oradan Atina’ya geldiğimde hedefim 5 saat süresince Atina’yı gezmekti ama gördüğüm manzara karşısında yapacağım en akıllıca şeyin kalkacak uçağımı havaalanından bir yere ayrılmadan beklemek olduğuna karar verdim.

Atina Havaalanı bizim Antalya’daki Havaalanı kadar ufaktı ya da en azından bana öyle geldi ve ilk izlenimim hiçbir ön yargım ve bilgim olmamasına rağmen her şeyin eski oluşuydu. Şehir merkezine gitmek bir saat, dönmek bir saatti ve otobüs için çok uzun bir kuyruk vardı. Otobüsler çok eski görünüyordu. Soru sorduğum istisnasız her görevli - Amsterdam’da geçirdiğimiz günlerin ardından mı öyle geldi bilmiyorum- inanılmaz kabaydı. Şarjım çok azalmıştı. Tüm bunların ışığında havaalanından bir yere ayrılmayıp uçağımın kalkışını bekledim. Bu sırada havaalanında yer verdikleri mini müzelerini gezdim.

Yolculuk saatim geldiğindeyse benden mutlusu yoktu. Aynı zamanda benim ilk yurtdışı gezim olacak, ilk motor gezimizi Atina’ya yapmayı planlıyorduk ama şehirle ilgili edindiğim izlenimden sonra yakınımızdaki adalara dahi gitme hevesim kalmadı. Bu hevesimi söndürdüğü için yaşadığım bu deneyime de ayrıca üzüldüm…

Gece havaalanına vardığımda ve Tolga beni aldığında ikimiz de hasta, seslerimiz kısık, rezil bir haldeydik ama güzel anılar biriktirdiğimiz için mutluyduk. Hiçbir güzellik kolay elde edilmiyordu ve bizim fedakârlığımızın bir kısmı da kapıp geldiğimiz hastalıktı.

Bol hareketli, bol gülüşlü, sevgi dolu bir sürü insanlı bir geziden aktaracaklarım bu kadar.

Sevgiyle…

Yorumlar

En Çok Okunanlar